Duman, duman rengi güzeller güzeli bir kediydi. Bir gün, Beylerbeyi’nde oturduğum konağın giriş katındaki pencereye gelip oturdu. Geliş o geliş… Evin salonu her gün gelip giden dostlarla dolup taşar ama o pek umursamazdı. Salonda müzisyen arkadaşlarımla prova yaparken, cama adeta yapışır o keskin kulakları ile içerden gelen müziği duymaya çalışırdı.
Duman konuşmayı çok sever, çok konuşur, sürekli anlatırdı… Önce anlattıklarını pek anlayamazdım ama sonraları iki dost oluverdik. Gün içinde kaybolur, gece camın içine oturur, sürekli içeriyi gözler kendisine baktırana kadar konuşur, anlatırdı…
Bir gün küçük bir fare yakalamış, ağzına almış ve pencerenin açıldığı bahçeye getirmiş. Mağrur mağrur duruyor avının yanında. Baktım fareyi bırakmaya niyeti yok, “Aferin oğlum, haydi şimdi onu al ve götür, burada bırakma” dedim. Hemen avını ağzına aldı ve hızla oradan uzaklaştı… Sonra bir veteriner arkadaşımdan öğrendim, kediler sevdikleri insanlara hediye olarak avlarını getirirlermiş.
Duman, oturduğum sokaktan geçen bir otomobilin altında can verip, aramızdan ayrıldı…
Benek, yine o eski konağın kapısının önüne bebek olarak geldi. Bakmaya doyamazsınız, beyaz renkli, üzerinde siyah benekler olan sokakta yavrulamış cins bir kedinin yavrusuydu. Bol tüylü, tombul… Kapının hemen önündeki akasya ağacının altında kendine hafif bir çukur yapmış, orada uyurdu. Konağın kapısı açıldı mı, giren konuklarla birlikte o da salonda yerini alır, kız arkadaşlarımı daha çok sever, kucaklarında saatlerce uyur, ev kedisi olmanın keyfine varırdı.
Benek, sanıyorum erken yaşta anne oldu. Bir ara fazlasıyla şişmanladı… Ancak bebeklerini göremedik, henüz kendisi bir bebekti, nereden annelik yapacak?
Bu dünya güzeli obur kedicik, önüne ne konulursa siler süpürürdü. Asla doymazdı. Evin karşısındaki tarihi çeşmenin önünde mahallenin kedilerine yemek veren komşuları tanır, ilk koşan o olurdu. Sanki bir gün aç kalacağını düşünerek sürekli yiyerek vücudunda yemek depoluyordu.
Benek, oturduğum sokaktan geçen bir otomobilin altında can verip, aramızdan ayrıldı…
Hayattan çok korkuyordu, kader onu iki yaşına varmadan alıp götürdü. Yattığı akasya ağacının altında vücudunun şekline girmiş toprak aylarca öyle kaldı…
Tekir, şimdi oturduğum evin çevresinde yaşayan yüzlerce kedinin arasından ayrılıp, benim camımın önünü seçmişti. Kış boyunca camın önünden ayrılmadı. Benimle birlikte televizyon izledi. Eve gelen misafirleri cam önünden saatlerce süzüp durdu. Ev boşalıp, konuklar gittiği anda patilerini cama doğru kaldırır, “haydi artık yalnız kaldık, benimle ilgilenme zamanı” diyerek olmadık maskaralıklar yapardı.
Tekir, çok konuşmaz, sadece uyanınca hafif mırıltılar çıkararak sanki rüyalarını anlatırdı. Anlatmak istediklerini bakışlarıyla ifade ederdi. Eve gelen konukları bahçe kapısında karşılar, sonra yine camın önündeki tahtına geçerdi. En yakın arkadaşı, belki de kardeşi simsiyah (Rugan’la) birlikte yatar kalkar, oyunlar oynar ama camın önünde benim yanımdaki makamı kimseyle paylaşmazdı. Son sabahında yine onunla konuşmuş, aramızda geliştirdiğimiz dille sohbet etmiştik.
Tekir, oturduğum sokaktan geçen bir otomobilin altında can verip, aramızdan ayrıldı…
Henüz iki yaşında bile yoktu. Yakın arkadaşları Rugan ve Pofi öldüğü yerde dolaşıp durdular. Bıkmadan tekrar tekrar taşların arasını kokladılar…
Sonra hayatın gerçeğini bilerek oradan ayrıldılar. Rugan, yanında Pofi ile bahçenin çimleri arasında dolaşmaya başladı. Biraz hüzünlüydüler… Hüzünlerini benimle paylaşmak için çimlerin üzerine oturup, sabit bakışlarıyla yüzüme baktılar dakikalarca…
SOKAK ARALARINDA HAYATLARINDA YAPAMADIKLARINI GAZ PEDALİ İLE TELAFİ ETMEYE ÇALIŞAN, RALLİ ŞOFÖRÜ GİBİ OTOMOBİL KULLANANLAR…
SİZLERE NE DEMELİ, NE SÖYLEMELİ…
NEYİN CAKASINI YAPIYORSUNUZ, NEREYE YETİŞİYORSUNUZ, NEYİN HIRSINI ÇIKARIYORSUNUZ?
HAYAT O KADAR KISA Kİ… BİRAZ DURUP ŞÖYLE BİR DÜŞÜNSEK… HEPİMİZİN SAYILI GÜNLERİ OLDUĞUNU BİLEREK, İNSANLIK İÇİN KALICI ESERLER BIRAKMAYA GAYRET EDEREK YAŞAYABİLSEK… YAŞADIĞIMIZ TOPRAKLARA FAYDALI İNSANLAR OLABİLSEK…
SAYGILARIMLA
TULUYHAN UĞURLU
15 Temmuz 2013 SARIYER-İSTANBUL
(Fotograf:TARIK ASLAN)