Bize ne oldu böyle? Ne kadar değiştik, ne kadar umarsız, dilim varmıyor, terbiye yoksunu olduk. Yoksa hep böyleydik te şu sosyal medya denilen dert başımıza gelince mi, içimizdeki kini, sapkın fikirleri ortaya çıkarır olduk. Ezan sesleriyle büyüyen bizler eskiden ölenin arkasından konuşmazdık, sevmesek bile susardık. “Merhumu nasıl bilirdiniz” diye soran hocaya “O artık hesabını
Allah’a verecek” diye düşünüp, “iyi bilirdik” derdik.
Ne oldu bize, kendini inançlı diye tanıtan, inançlı olarak bildiğimiz insanlar bile ölülerin arkasından konuşur oldular. Çirkin sözler söyler oldular. Kendileri dünyaya kazık çakacakmış gibi “Ohh” der oldular.
Hele söz konusu ecdadımıza gelince, işler daha da çirkinleşti. Kabristanların yanından geçerken tanımadığımız “suskunlar” için dua mırıldanan, arabadaki müziği kapatan bizler, her birimiz bir tarihçi olup, geçmişimizi kuran insanlara ağza alınmayacak sözler sarf etmeye başladık. Takım tutar gibi kimimiz Abdülhamitçi, kimimiz Atatürkçü olduk. Hepimiz ekonomi, felsefe, tarih, sanat uzmanı kesilip, geçmişimizi kuran insanlara futbol takımı tutar gibi acımasızca yüklenmeye, hakaretler yağdırmaya başladık. Dönemin koşullarını bilmeden “Ama o kardeşlerini boğdurdu” derken, aynı yüzyılda İngiltere’de mahkûmları kızgın yağa atarak cezalandıran kralları görmek, bilmek istemedik. Yavuz Sultan Selim’in adı bir köprüye verilince öfkelendik. Atatürkçü geçinip, Atatürk adına yazdıklarımızda bilerek veya bilmeyerek onu küçülten, “Mustafa” gibi ifadeler kullandık. Günahıyla sevabıyla bu ülkenin önemli isimlerinden birinin adının yanındaki “Paşa” yı kaldırıp, apoletlerini söküp, kendimizce rütbesini geri aldık. Mustafa Kemal Çanakkale Savaşı’nda adı geçmeyecek kadar önemsizdir demekten çekinmedik, utanmadık. Abdülhamid döneminde tek bir idam olmadığı halde, Ermeni faşistlerin kampanyasına uyup adını “Kızıl Sultan” koyduk.
Sonuçta hepimiz ocu ya da bucu olduk. Buna “fikirlerini özgürce söyleyebilme, demokrasi, uygar olma” gibi kılıflar uydurduk. Tarihi, televizyon programlarından öğrenen bir toplum haline geldik.
Geçtiğimiz aylarda Beyoğlu’nda St. Antuan Kilisesi’nde verdiğim konser öncesinde bana verilen konuk odasında yan yana duran iki resim dikkatimi çekti. Fatih Sultan Mehmet ve Mustafa Kemal Atatürk… Vatikan’ı temsil eden İstanbul’un bu en büyük Katolik kilisesini yönetenler, İstanbul’un fethinin ardından kendilerine inançlarını diledikleri gibi yaşama özgürlüğü veren Fatih’i unutmamışlardı. Ve yıkılan Osmanlı’nın ardından bu hoşgörünün artarak sürmesini sağlayan Gazi Mustafa Kemal’e de vefalarını çekinmeden belirtiyorlardı.
Türkiye kendini yeni yeni keşfeden, potansiyeli yüksek, yerinde duramayan bir ülke. Ama yazık ki, hala objektif olmayı, araştırmayı bilemiyoruz. En önemlisi bir zamanlar genetiğimizde olan hoşgörüyü de kaybetmişiz, ya da kaybetmek üzereyiz. Coğrafyamız berbat durumda, dünya zaten baş aşağı gidiyor.
Haydi gelin, bu ülkenin altın çağını yaşamak ve yaşatmak için biraz düşünelim, kendimizi tanıyalım, karşımızdaki insana, hatta tarihimize empati içinde, o günün değerlerini bilerek bakalım.
Saygılarımla, Tuluyhan Ugurlu.
Fotoğraf: Konserlerden bir konser. 24 şubat Sultangazi, İstanbul