Tüm yaratılanlar gibi sanatçı da kâinatın içinde bir zaman dilimi içinde yaşar ve günün birinde aramızdan ayrılıp o bilemediğimiz diyara göç edip gider… Ondan geriye kalan bir hoş seda, ölümsüz bir heykel, şaşırtıcı bir resim, belki birkaç dizedir…
Sanatçı yarattığı eserlerle mutlaka kendi döneminden, yaşadığı yöreden bizlere önemli ipuçları bırakır. Her sanatçı, doğup, büyüdüğü ve yaşadığı toprakların kültüründen, yaşam biçiminden etkilenir. Gezip görmesi ise, felsefesinin oluşması, eserlerini oturtacağı çizgi açısından çok önemlidir. Yaşadığı çağ ve o çağ içinde toplumun değişimi onun yaratıcı beyninin içinde şekillenir ve yarına bırakacağı eserler için bir bilgi ve duygu deposu oluşturur… Sonra içinden çıkarttığı cevherler, bazen damla damla, bazen bir çağlayan gibi insanla ve kâinatla buluşur. Sonsuzluğa doğru yol alır…
Her zaman söylediğim gibi sanatçı bugünü yaşar ve bugün için eserler verirse, güncel olur, çok alkışlanır ve çok kazanır… Ancak bu kimine yeter, kimine yetmez…
Her sanat eseri insan içindir. Her sanat iyi yapıldığı zaman özeldir ve değerlidir. Ancak müzik diğer sanat dallarından farklıdır. Çünkü sanatlar içinde en soyut olanıdır. Bu soyut yanı onu en yüce mertebeye oturtur. Müzik kâinatın ruhudur. Kuşların cıvıltısında, nehirlerin akışında, rüzgârın sesinde duyabilene çok özel melodiler, çok özel ritimler vardır. Bu nedenle müzik sanatlar içinde başka ruhlarla, başka âlemlerle konuşulabilecek tek ortak dildir. Yüceliği de buradan gelir. Büyük besteciler kendi yöresinden, kendi kültüründen beslenir ama evrenseldir. Mozart düşman ordusunun ritimlerinden esinlenerek Türk Marşı’nı yazar. Bu onun evrensel çizgisini gösterir.
Sanatçı için en büyük tehlike o dönemin moda akımlarından etkilenmesidir. Çünkü dönemin hâkim güçleri sanatçıyı kendi çizdikleri eksenin içinde kalması konusunda acımasız bir çembere çekerler. Son 400 yıldır dünya Batı kültürünün baskısı altındadır. Oysa bu kültür Haçlı seferleri ile Doğu’nun aydınlanmasını yakından gören ve kendi ülkelerine götüren ordular tarafından Avrupa’ya taşınmıştır. Diğer yandan Endülüs medeniyetinden Avrupa çok şey öğrenmiştir. Hatta Avrupalı ilim adamı ve sanatçıların Endülüs medeniyeti zamanında yaşayan ilim adamı ve sanatçıların buluşlarını kendilerine mal ettikleri bilinmektedir.
Demokrasi Batı’nın bulduğu bir yönetim biçimi değildir. Anadolu kültürünün içinde var olmuştur. Ve demokrasi adı Anadolu topraklarında konulmuştur. Ancak bunları söylediğiniz zaman “güncel kültürün bekçileri” önce size anlamamış gibi bakar, sonra görmezlikten gelirler… Eğer biraz fazla konuşursanız itibarsızlaştırma kampanyası başlar. Çünkü sanatçının konuşması tehlikelidir.
Leonardo’nun karşısına Sinan’ın varlığını getirip oturtmak, Batı kültürü dışında bir kültür tanımayanlar için büyük bir başkaldırıdır. Eğer Sinan’ın efsanesini biraz fazla konuşursanız, hemen size fısıltı halinde onun kökeninin Türk olmadığını fısıldarlar. Oysa biz Anadolu topraklarında yaşayan her inanca, her kültüre eşit mesafeden bakarak “bize ait” diyen bir gelenekten geliriz. Onlar bunu duymazlar, duymak istemezler, anlatsanız da yüzlerindeki müstehzi gülüşle sizi küçümserler… Çok sıkıştıkları zamansa her türlü yolu kullanarak kendi ülkelerini Batı’ya şikâyet ederler, kendi insanını Batı’yla tehdit ederler. Batı’ya dilekçeler, mektuplar yazarlar.
Lise ve konservatuvarın ardından eğitimime devam etmek için 16 yaşımda Viyana’ya gittim. 14 yıl Avrupa’nın göbeğinde yaşadım. Avrupalıları yakından tanıdım. Bizim uygar bir toplum olarak kendimizden üstün gördüğümüz Avrupa, son 100 yıldır tıkanmış, hep kendini tekrar eden bir topluma dönüşmüştür. Ben bunu daha öğrencilik yıllarımda öğrendim. Avrupa’da sanat 20. Yüzyılın ilk yıllarında kan kaybetmeye başlamış, kendini yenileyememiştir. Tıpkı bilimde olduğu gibi yaratıcı sanatçıların hemen tamamı, yeniliklere açık olan Amerikan toplumu ile buluşmuştur.
Bizim klasik müzik çevreleri ise hala tıkanmış Avrupa kültürünü temsil ederler. Avrupa’nın çok iyi müzik dinleyicisi olduğunu, “Konserleri ellerinde notayla izlerler” diye methederek anlatırlar. Çünkü tutucu Avrupalı sanatsever, müziğin sadece notaların doğru çalınmasından ibaret olduğunu sanır. Çünkü Avrupa 100 yıl öncesinde kalmıştır ve sadece bildiğini dinler. Bilmediği müziklere kapalıdır. Türkiye’deki klasik müzik çevreleri de aynı görüş içinde tüm yeniliklere kapalıdır.
Bana sorarlar “senin dünya görüşün, sanat anlayışın nedir” diye… Benim duruşum, sanat anlayışım eserlerimde gizlidir. Eserlerimi dikkatle dinleyenler benim kim olduğumu, dünyaya nasıl, nerelerden baktığımı (bakın nere demiyorum, nereler diyorum) çok iyi bilirler.
Sanatımın özü Anadolu kültürüdür. Sesi Anadolu’nun sesidir, Anadolu’nun kokusudur.
Eserlerimde viyolanın yanında kaval, piyanonun yanında bağlama, flütün yanında obua, obuanın yanında ney vardır… Çünkü çok sesli müzik demokrasinin kendisidir. Bu bir dünya kardeşliğidir. Küçümsemeden her kültüre aynı mesafeden bakabilmektir.
Bu fikir tekrar dünya ile yarışmaya kararlı Türkiye’nin de zenginliği olmalıdır. Keman da şahsiyetlidir, kanun da, ud da, cura da, timpani de, ramazan davulu da, korno da, zurna da kendi şahsiyeti ile kendi kültürünü insanla, dünya ile paylaşır. Birini diğerinden farklı görmek, küçümsemek dışlamak faşizmdir… Çünkü her enstrüman bir medeniyeti temsil eder. Bir enstrümanı yok saymak, hakir görmek, o medeniyeti hakir görmektir, yok saymaktır. Bu da bu topraklara hiç yakışmayan hoşgörüsüzlüktür.
Sanatta yaratıcılık, yaratanın insana verdiği büyük bir ödüldür. Sanatçı bunu bilerek eserleriyle insanlığı yarına hazırlar… Ve gerçek sanatçı, ortalıklarda görünüp ahkâm kesmek yerine, güncel olaylardan aldığı derslerle eserler yazar. Sanatı besleyen umuttur… Umut olmadan sanat yapılmaz.