http://www.birincidergisi.com/index.php?haber_id=38
KAPALIÇARŞI’DAN DÜNYAYA
TULUYHAN UĞURLU
“Sahne insanın yaşadığı gerçek dünyadan üç basamak yukarısıdır. Bu üç basamağı çıktığınız anda değişir, kendiniz gibi olmazsanız insanlar sizi dinler, alkışlar ve gider. Ben bununla yetinemem. Seyircimle aramda her zaman derin bağlar olmasını isterim.”
Bilmeyene Tuluyhan Uğurlu’yu anlatmak zordur. Müziğinde klasik formlar içinde gelişen evrensel temalar, hiçbiri taklit olmayan özgün Anadolu ezgileri çağdaş bir anlatım içinde sunulur. 2012 yılında hala Tuluyhan Uğurlu’nun yürüdüğü kendi müzik kulvarında kimse yoktur. Koskoca bir meydanın ortasına konulan piyanosu ile rock yıldızları kadar ilgi çeken 21. Yüzyılın bu farklı piyanisti, kendi dünyasında yalnız, dış dünyada ise kalabalıkların arasında yoluna devam eder…
Eğer onu anlatmak için Klasik Batı Müziği bestecilerinden örnekler vermek isterseniz (o bunu kesinlikle istemese de); belki şöyle benzetmeler kullanabilirsiniz.
Bazen Mozart gibi erken yaşlarda birbirini seven notaları bulan hınzır bir çocuktur. Chopin gibi insanın içine işleyen melodilerin ardından güçlü bir yumruk gibi hissettiğiniz vatan aşkı, Beethoven gibi derin bir felsefe, Bach gibi inanç konularını kendince yorumlayan bir müzik dehasının izlerini taşır eserlerinde…
O ise Batı Müziği’nin abidelerinden aldığı ilhamla, doğduğu toprakların isimli ya da isimsiz bestekarlarından etkilendiğini söyler: “Itri’nin gökyüzünden bize ulaşan melodilerini, Hacı Arif Bey’in dünyada hiçbir besteciyle kıyaslanmayacak şarkı formunu unutmamak gerekir” der. Sonra ekler: “Anadolu türküleri belki de hiçbir bestecinin, hiçbir şairin yanından geçemeyeceği kadar derindir. İnsanın önünde yeni ufuklar açar, yüreğini göklere taşır.”.
Farklı şeyler söylemek, farklı fikirlerini kitlelere kabul ettirmek isteyen her bilim adamı, her sanatçı, her yaratıcı beyin gibi insanlara iletmek istediklerini uçlarda anlatmaya özen gösterir. Sözleri sivridir, söylenemeyenleri, cesaret edilemeyenleri söylediği için bazılarına göre antipatiktir. Ancak o buna pek aldırmaz… Belki için için üzülür de belli etmez. Sıfırla yaşamayı göze alarak inandığı yoldan sapmaz.
“Sahne insanın yaşadığı gerçek dünyadan üç basamak yukarısıdır. Bu üç basamağı çıktığınız anda değişir, kendiniz gibi olmazsanız insanlar sizi dinler, alkışlar ve gider. Ben bununla yetinemem. Seyircimle aramda her zaman derin bağlar olmasını isterim. Bu nedenle sahnede ben olmaya özen gösteririm. Konser mekanları benim evim gibidir. Seyircim ise konuklarım. Bazen sevgim o kadar büyür ki, hepsine kucaklamak isterim.”
Müzikle dört yaşında tanışır. Harika Çocuklar Yasası ile eğitimini yurt dışında yapar. Akademi yıllarında klasiklere veda ederek kendi bestelerini seslendirme kararı alır. Bu zor bir karardır. Onun bu kararı Klasik Batı Müziği dünyası tarafından pekte hoş karşılanmayacak, sessiz bir direnişle dışlanacak, küçümsenecek, karalanacaktır.
Ancak kendi olmaya, yeni şeyler söylemeye kararlı tüm büyük sanatçılar gibi, zorlu bir mücadele sonunda onu anlayan “halk” olur. Giderek kalabalıklaşarak yoluna devam eder. Konserlerinde ayrım yoktur. Temizlik işçisi ile öğrencilerin, ev kadınları ile bilim insanlarının, farklı dünya görüşlerinden sanatseverlerin birlikte oturabildiği yeni konser alanları yaratır.
Onu anlayan insanlara olan borcunu, kendisini yurt dışında okutan Türkiye’ye olan borcunu piyanosunu her yere taşıyarak ödemeye kararlıdır. Klasik müzik salonlarının aristokrat enstrümanı piyano, kimi zaman bir dağın tepesine, bir başka gün bir mağaraya, eski bir meydana, istasyonlara, tarihi mekanlara, ören yerlerine, alışveriş merkezleri, tarihi çarşıların ortasına, hayatın tam içine taşınır.
Ona göre on parmağıyla ayrı notalara bastığı piyano, çok sesliliği, yani demokrasiyi temsil eder. Piyanosu ile gittiği her yerde şu mesajı verir:
“Anadolu toprakları demokrasinin yeşerdiği, demokrasinin dünyaya örnek olduğu topraklardır. Neden biz kendi genlerimizde var olan demokrasiyi, özgürlüğü başka yerlerden ithal ediyoruz?
“Ben önce yöremi tanıdıktan sonra, kendimi dünyalı olarak görmeyi istiyorum. Bu bir Doğu-Batı sentezi olarak görülebilir. Aslında dünyanın sentezidir. Hatta aslında dünyanın ta kendisidir. Piyano ne kadar şahsiyet sahibiyse, bağlama da o kadar şahsiyet sahibidir. Bunlar insanların icat ettikleri şeylerdir. Bu bir dünya kardeşliğidir. Senfoni Türk’te bağlama 100 kişilik müzik topluluğunun önünde solo olarak çalıyor, piyano ve orkestra ona eşlik ediyor. Bu bizim dünyaya bakış açımız olmalıdır.”
Türkiye’de sanata ve sanatçıya destek olunup olunmadığı konusunda ise diğer sanatçılardan farklı konuşur. Sanata destek verilmediğini söylemekten, sızlanmaktan hoşlanmaz.
“Sanatçının bağımsız olabilmesi için kimseden destek almaması gerektiğine inanırım. Büyük sponsorluklar ya da devlet desteği alan sanatçı paranın geldiği yerin isteklerine boyun eğmek zorundadır. Sanat bağımsız olduğu zaman gerçek sanattır. Diğerleri rejimler değiştiği zaman yok olur giderler. “
“Ben kendi yolumda yürüyorum ve yoruluncaya kadar çalmaya, üretmeye devam edebilmeyi düşlüyorum. Yorulduğumda dinlenip, tekrar üretebilmeyi umuyorum. Kimseden bir şey beklemeden, kendi kurallarım, kendi doğrularımla uzun bir yürüyüşteyim. Koşmuyorum, yürüyorum. Her konserimde, her yeni albümümde yanıma yeni dostlar alarak yürüyorum. Giderek kalabalıklaşarak yürüyoruz. Bu beni sonsuz mutluluklara sürüklüyor… Bir sanatçı için yaşarken anlaşıldığını görmekten daha güzel ne olabilir ki?”,
Amacı herkese seslenebilmektir. Dinleyici arasında ayrım yapmaktan hoşlanmaz. Onun müziğinde dinler, diller, kültürler ötesinde bir albeni vardır. Dinleyeni sarmalayıverir. Bunun sebebi belki de şu sözlerinde gizlidir:
“Kainatta bir uyum ve ritim vardır, bu bir dinamiktir. Kendi iç dünyanızdaki ritim ile kainattaki uyum arasında bütünlük sağlamak zorundasınız. Mevlana’nın, Yunus Emre’nin bahsettiği de budur. Ruhumuzun, kalbimizin yaratıcımızla kainat arasında olan ahengidir. Bu uyum sağlanırsa sanatta zirveye çıkılır. Yaptığınız eseri dinleyen kendisini bulur, içindeki güzellikler arasında gezinir.”